16 Mart 2017 Perşembe

Öylesine bir yazı...




 Bu sene 30 yaşımı bitiriyorum, kendimde önemli değişimler fark ettiğim bir yaştayım. Evlilik kelimesine, kadınlığa, ilişkiler, arkadaşlıklar, hayat ve aşka dair fikirlerim beş altı sene öncesine oranla tamamen değişti.. Bu değişimde kimsenin doğrudan payı olmamakla birlikte, insanların sürece dolaylı paylarına ek olarak kendime daha fazla değer vermeyi öğrenmem de eklendi.

Mesela ben onsekiz, ondokuz, yirmili yaşlarda iken, birkaç seneye kalmaz evlenip, çoluk çocuk sahibi olacağımı hayal ederdim. Özellikle kalabalık bir aile içinde yer alma arzum beni saran daima canlı bir histi. Daha az sayılı ailelerde ve çeşitli zorluklarla büyümüş olanlarınız eminim beni anlayacaksınız. İnsan evinde, yanında yöresinde bir ses, bir nefes arıyor. Bazen sadece dört kişilik bir oyunu oynamak, güzel bir tabloya birlikte bakmak, kısa bir seyahate çıkmak, saçmalamak, bir giysi paylaşımı yapmak veya farklı fikirleri dinlemek için bile buna ihtiyaç duyulabilir.

Elbette biliyorum, insan tek başına da gayet mutlu olabiliyor; örneğin 2012’de İstanbul’a taşındığım ilk hafta kendi kendime Asya’dan Avrupa’ya geçip, tüm saraylar ve müzeleri gezmiş, ilerleyen bir ayda o zamana dek detaylı bilmediğim istanbul’un semtlerini, iyi müzik çalan yerleri, deniz kıyısında gidilebilecek kahveleri ve alışveriş noktalarını tamamen kendim keşfetmiştim. ama bir süre sonra kendi sesini duymaya başlamak, mutluluk ve üzüntülerini arkadaşların veya yakınların dışında biriyle paylaşmak, belki de en önemlisi “yakınlık kurmak” elzem bir ihtiyaç haline geliyor. Kişisel gelişimciler genelde bir şeye ihtiyaç duymanın onu kaybetmekle eş değer olduğunu söyleseler de, bence dünyadaki en güzel ihtiyaç ve beklentilerden biri de birini sevmeyi ve birinin seni sevmesini beklemek..Paylaşma ve hissetme ihtiyacından daha güzel bir şey olabilir mi..  

Keşfettiğin yeni bir yerde sevdiğin insanla oturmak, denize bakarken tek başına hayal kurmak yerine paylaşımda olduğun insanla sohbet etmek, ortak bir gelecek hayali kurmak daha güzel değil mi.. Elbette bunlar arkadaşlar ve dostlarla da yapılabilir şeyler; ama insan doğası gereği birine ruhunu tamamen açmak ve hatta kadınlar da bazen inkar etseler de korunmak, kollanmak, erkeğin gücünü hissetmek istiyorlar. 

Her şeyi tek başına yapan bir kadını düşünün.. Yanan ampulü değiştiriyor, bozulan arabayı tamirciye götürüyor, para kazanıyor, kilolarca poşeti alışverişten sonra evine taşıyor bazen problemli komşuları ile tek başına muhatap olmak zorunda kalıyor.. Bu kadının bir babası yok mu derseniz, pek ala gençlik döneminde yukarıda saydıklarımı babalar da yerine getirebilirler ancak ilerleyen yaşta kadının babası dışında yeni bir erkeğe ihtiyacı doğuyor.
O zamanlar kurduğum hayaller gençlik döneminin verdiği tecrübesizlikle gerçekleşmese de, hiçbir zaman aklı beş karış havada bir gençlik geçirdiğimi de söyleyemeyeceğim. Hayattan beklentilerim, insanlara yaklaşımlarım daima yaşımdan büyük ve kararlı olmuştur. 

Ancak o yıllarda hesap edemediğim birtakım durumlar vardı. Bunlar ikiye ayrılan ve insan hayatının önemli dönemlerindeki eşikleri oluşturan konulardı; olmayan şeyleri zorlama tavrını geride bırakarak ilerleyebilme gücü elde etmek ve yanlış insanlar üzerinde hayal kurmayı bırakarak kendi hayallerine yönelebilmek. Birincisi kaderi kabul edebilmeyi ikincisi de kendini sevmeyi öğrenmekle aşılabilen türdeydi. 

Gençlik dönemimde beklediğim beyaz atlı prens orta yaş dönemine yaklaşırken hala yolda görünmedi; ya atı hastalandı da gelemedi ya da kendisi yolda başka prensese denk geldi. Seneler böyle geçerken sonunda at ve prens konusunda yeni bir aşama kaydettim ve beklemeyi durdurdum. Kendimi işime gücüme, hayatıma ve yapmak istediklerime vermeye başladım. Böylece işimle ilgili yeni fikirlerim ve beni ileriye taşıyan yeni başlangıçlarım oldu. Anladım ki olmayan şeyleri zorlamak veya kaderin belirli kör noktalarına ışık tutmaya çalışmak bir işe yaramıyordu. Belki de öğrenmem gereken başka şeyler vardı; mesela öncelikle kendimi sevmeyi öğrenmek..

Hep duyduğum bu kelimeyi sanırım senelerce yanlış anlamıştım, çünkü genellikle fedakarlık yapan, başkalarının iyiliğini onlardan önce düşünen, aman üşümesin, aman işi gücü iyi olsun, acaba aç mı açık mı diye içimden geçiren bendim. Sorunları çözme konusundaki hevesim sayesinde tüm gelişen problemlerde kendimi ortaya koyan, konuyu hemen çözümleme ve olaydan kurtulma yanlısı olan ben.. Hak etmeyen arkadaşlara, öğretmenlere, hiç hak etmeyen insanlara gereğinden fazla değer vereyim derken, kendi değerini yarı yolda bırakan.. Biraz daha sevilmek, “Bak ben tam da sevilesi biriyim..” mesajı vermek için adeta iyi insanı oynayan ben…

Oysa anladım ki istenmeden yapılan iyilikler karşıdaki insanı kendine psikolojik olarak borçlu bıraktığın için sana ağır faturalarla geri dönebiliyormuş.

Öğrendim ki kendinden önce başkasını düşünmek, kendi sınırlarını net olarak belirlememek başkasına yapılan iyilik değil, kendine yapılan kötülükmüş.

Kendinle mutlu olmak demek, kendine zaman ayırmak, kendini şımartmak, kendini takdir edebilmek ve kötü yanlarını bile sevebilmekle eş değermiş.

Bir arkadaşa, bir dosta, herhangi birine olduğundan fazla değer vermek kendi değerinden eksiltiyormuş..

Artık kimseye iyi insan olma gayemin kalmadığı bir yerdeyim. Bu tam da kalabalıklarda çırılçıplak dolaşmakla aynı şey..

Bir insan, artılarının yanında eksilerini sevemeyecekse gelmemeli..
Sürekli gülümseyemezsin; ağlarken gözyaşlarını silemeyecekse yanında olmamalı..

Bazen enerjin düşebilir, bazen aşırı kıskanç biri olabilirsin, bazen ilgi delisi, bazen tamamen işine dalmış biri..Bazen insanlara dalmış bazen tamamen yalnız.. Bazen çocuk bazen kocaman bir kadın ya da adam.. Seni böyle kabul edemeyecek, tüm duygularını saramayacaksa bil ki ileride birlikte mutlu olmanız zor bir olasılık olacak.

Seni ilk zamanlardan itibaren belirli bir çizgiye sığdırmaya çalışacak, “Ben ve benim yaşamım, benim koşullarım, benim zorluklarım..” diye diye senin hayatını ve isteklerini ikinci plana atacaksa bil ki ileride çok şey kaybedeceksin; mesela kendini.. Unutma ki her insanın, en önemlisi senin de hayatında birçok zorluk ve çözmen gereken problem var; ama birini gerçekten kalbinle seversen tüm bunlar gözünde küçülürler..

İnsan bu hayatta seçimleri ile yaşarmış, önceliği kendine vermeyen, her zaman başkasının hayatında bir seçenek olurmuş. İnsanların seçeneği değil önceliği olmak için ekseni kendinde tutman gerekli..

Bu arada yeni döngümle birlikte bir aşama daha kaydederek affetmemeyi de öğrendim.. Evet yanlış duymadınız; affetmemek.
Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz “Onu affet, bunu affet…” kelimelerinden, her şeyi yutup, sineye çeken bu yüzden de mide ağrıları ile dolaşan bir toplum olduk çıktık. Bana büyük yanlışlar veya haksızlıklar yapmış birini asla affetmemem gerektiğini öğrendim. Bana kalsa ertesi gün yaptığını unutup, öteki gün yolda selam vereceğim örnekler bulabilirim. Ama hayır; hayatta her şeyin bir bedeli var ve bazı olayları, kişi ve konuları kesinlikle affetmememiz gerekiyor. Üstelik bu kendimize saygımız için kesinlikle gerekli. 

Affetmemek; unutmamak demek. Kişisel gelişimcilere göre unutmak/affetmek daha iyiymiş ve bizi rahatlatırmış.. Kadın daha yeni çocukları ile aldatılmış ve terk edilmiş, üstünden bir ay geçmemiş “e hadi kocanı affet, affetmek onunla konuşmak değil ama sana kendini rahat hissettirecek bir durum..” diye telkinler verilmeye başlanıyor. Ya da daha da başka türlüsü “Kendini affet..” İnsan, bir hata yaptığında kendini suçlayabilir, tüm süreci yaşadığı için pişman olabilir ama kendine duygularını tanımlamak için yeterince süre tanımaz ve süreci içsel olarak yorumlamaya zaman ayırmazsa bu kez kendimi affediyorum derken üzeri örtülü bir depresyona adım atmış olur. Kısaca birilerini veya kendini hemen affet önerisinde bulunanlara katılamayacağım, çünkü bu tezi savunanların yanıldıkları nokta insan bilinçaltının zaten hiçbir şeyi unutmadığı.. 
Bazı savunma mekanizmaları ile üzerini örtmek, konudan kaçmak, yansıtmak, bastırmak, yön değiştirmek gibi eylemler kişinin zihnini rahatlatsa da, bilinçaltında konu “affettim geçti” dendiği ve olaya yeterince yer verilmeyip, yüzleşilmediği takdirde kesinlikle daha yoğun ve zarar verici biçimlerde gelecekte canlı kalmaya devam ediyor. Üstelik bu yer verme ve olayı “görme” yani acıyı yaşama hali bir haftada olacak veya bir haftada çözümlenecek bir şey de değil. İnsanın, bir acıyı tamamen sağlıklı şekilde yaşayıp duygusal alanından boşaltabilmesi için, o konuyu yaşadığı sürenin en az üçte biri kadar zamana ihtiyacı var.

En iyisi sizi üzen, kıran, inciten, değersiz hissettiren konu, kişi ve olayları affetmemek yani unutmamak. Unutmayın ki bir sonraki defa aynı kişi veya olaya ikinci şansı verme hatasında bulunmayın. Affetmeyin ki kötülerin her yaptığı davranış yanına kar kalmasın. Üzerini örtmeyin, gerektiği kadar bir süre canlı tutun ki, ileride alakasız bir yerde o duygu hak etmeyen birine patlamasın.. Siz affetseniz de affetmeseniz de zaten evrenin sistemi herkese hak ettiğini bir noktada geri veriyor. “Nefret ediyorum, sevmiyorum, kırıldım, çok üzgünüm…” kelimelerini kullanabilmenin gayet insani bir durum olduğunu ve travmatik olaylarda tıkanıp kalan duygusal dünyanızın ancak konuşarak, paylaşarak, hatta bazen yas tutarak yeniden açılabileceğini fark edin. 
Zamanla her şey eriyip, rüzgarlara karışacak ve başka bir ülkede zehirli bir çiçekte nefretiniz, üzüntünüz, kırgınlıklarınız yeniden açıp sizden uçup gitmiş olacak.. 

Her şey geçer, her şey biter… ve geriye kalan sadece sizsinizdir..
İyi insan olmak, sevilmek, mükemmelleşmek, herkesin onayladığı biri olma ihtiyaçlarından tamamen soyunabilmek için… Kendime merhaba demeyi öğrendim… 

Ve sanırım tam da bu noktada hayat bana bir gülümseme ile karşılık verdi... O gülümsemenin içinde olan"lar"a şükranla..

Didem Şarman


SOSYAL MEDYA

Facebook’ta beni takip edin:

Twitter’da beni takip edin:

 İnstagram’da beni takip edin: 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder